Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul, 2022
Flu zamanların, kayıpların
yasına bile yetişilemediği günlerin, gövdelerde sarı sıcak yalnızlıklar açtıran
nefret karası bir dönemin, şahsi korkaklıklara bitişik kitlesel hezeyanların, bencilce
ve süfli yaşamaların çölü bu… Konuşmakla susmak, koşmakla durmak, haykırmakla kronik
bir edilgenliğe firar etmek arası bir yerin. Biz daha yokken de o burada,
bizden çok önce vardı zaten, üstelik bizden sonra olmaması için dilenmiş onca temenniye
rağmen. Bugün de, Kafka’nın kâhince imgelemindeki kanatlanmış manzaralara
açılmayı reddeden o makûs kapı gibi bir şey, sözü edilen çöl. Bir yandan da varoluşumuzun
ezeli ve ebedi, çok uzun sürmüş en naçar gösterisi. Ama kimi soylu yaralara, dertlere
yol açmayan hayat ne işe yarar? Umut olmadan bir yolculuk nereye varır? Ya da hayal
kurma imkânı yoksa düşünmek ve başka şeyler? Umudu dirençle anlamlandırmak; asıl
mesele budur. “Asıl açıklama
gerektiren şey uyku değil, uyanıklık halidir” demişti Bergson. Hasarlı vicdanın
gürültüsünü gövdelerde öğüten de uyanıkken tanıklık ettiğimiz haksızlıklara
artık şaşırmamayı öğrenmemiz değil mi? Kayıtsızlığın vahşi otlağında retina
karanlığının dalga boyunu daha da büyütmemiz ya da?
Sera Toplumunda Çöl Olmak, hayatın ancak insanın bir gölgeye, gölgenin de taşınması en kolay
yüke dönüştüğü zaman özgürleştirici olabileceğini savlayan neoliberal jargona karşı,
insanların ancak birbirlerinin yükü olduklarında hayatın anlam kazanabileceği görüşünden
hareketle, ötekine yönelik imaların birikmiş karanlığına edebi ve felsefi
düşüncenin yalınkılıç gücüyle ışık tutmayı öneriyor. Zira insanın, başkası için bir gölgeye dönüştüğü yerde,
taşınması en zor olan yük, ön yargıların uğursuz ağırlığı uç veriyor.